16 Apr
16Apr
DİN AHLAK HUKUK

Av. Nuri MEHMETOĞLU

Giriş

Evreni ve varlıkları konu edinip anlama ve kavrama çabası içindeki sosyal bilimler ile inanç ve düşünce sistemlerinin yöntem ve yolları farklı ise de büyük oranda insanın mutluluğunu hedeflemektedirler. Moral değerler olarak ta sınıflandırılabilen Ahlak, ve (özellikle) Din’de bu hedef yegane amaç haline dönüşebilmektedir. Öznesi İnsan olan ve bilhassa toplumsal yapısını inceleyip önermeler getirip uygulayan sosyal bilim alanlarının anlaşılmasının yolu kendimizi (insanı) ve içinde yaşadığımız toplumu tanımaktan geçer.

İNSAN ve TOPLUM

Canlılar dünyasının en komplike, karmaşık ve zor anlaşılır (veya anlaşılamaz) varlığı olan İnsan Nedir? veya İnsan Kimdir? sorusu şüphesiz, birçok bilinmezi de getirir. Yeryüzü (veya Evrendeki) tek (veya en) akıllı,  yetenekli, zeki, oluşturma, değiştirme ve geliştirme (gibi birçok) yeteneğe sahip olması nedeniyle, kendini Dünya’nın (ve Evren’in) en üstün varlığı olarak kabullense de Dünya (veya Evren’deki) canlıların bir parçasıdır İnsan. Kimi; ekonomik sistemin bir elemanı, kimi toplumsallık, kimi cinsellik, kimi dindarlık özelliğini öne çıkarırken kimi İnsan Denen Meçhul diye başlamışsa da söze, İnsan aslında bunların tamamıdır.

“Biyolojik açıdan insanı oluşturan elementlerin %98’i; çokluk sırasına göre: O, C, H, N, P, Si %1,3’ü: Ca, K, Na, Mg, geriye kalan elementler ise %0,7’sini oluştururlar. Lipid (yağ), karbon hidrat, protein ve nükleik asit molekülleri tertiplenmiş ve bunların organize edilmesinden hücreler ve hücrelerden doku, kas ve organlar vücuda getirilmiştir.”[1]

Etimolojik olarak Arapça, “ins” kökünden türeyen İnsan sözcüğü, bir kişiye veya tüm insanlara karşılık olarak kullanılmakta ‘iyi huylu, yumuşak başlı, evcil’ anlamlarını içermektedir.

“Toplum hâlinde bir kültür çevresinde yaşayan, düşünme ve konuşma yeteneği olan, evreni bütün olarak kavrayabilen, bulguları sonucunda değiştirebilen ve biçimlendirebilen canlı. Âdemoğlu, âdem evladı,” “Memeliler (Mammalia) sınıfının, insangiller (Hominidae) familyasından, iki ayağı üzerinde duran ve yürüyen, kolları kısa, vücudunun birçok yerlerinde tüyler azalmış, çeneleri belirli, beyinleri çok gelişmiş, kafatası yuvarlak ve yüz açısı yüksek, konuşabilen tek yaratık,” “Düşünme ve konuşma yetileri olan bilinçli, toplumsal canlı,”[2]  şeklinde tanımlar da getirilmiştir.

Modern doğa bilimlerince evrimin son evresinde meydana gelen (bu nedenle gelişkin ve) üstün yeteneklere sahip olan İnsan; İslam, Yahudilik, ve Hıristiyanlık başta olmak üzere dinlerin çoğunda, Allah tarafından yaratılmıştır. Kur’an’daki anlatımlardan farklı tanımlar çıkarılabilir ancak: “biz insanoğlunu şerefli kıldık. …ve onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık.”[3]  ayetinde olduğu gibi diğer canlılardan üstünlüğü vurgulanmaktadır.

Yaşamını sürdürebilme ve doğal ihtiyacı sonucu birarada olması zorunluluktan olsa da, İnsanı diğer canlılardan ayırıcı özelliklerinden biri olan İnsanın toplumsallığı realitesi karşısında “İnsan toplumsal bir hayvandır” benzetmesi yapılabilmişse de düşünme, konuşma, öğrenme, öğrendiğini uygulama ve başkalarına aktarabilme gibi üstün yetenekleri ile (eşrefi mahlukat olan) “İnsan” hayvan olmasa gerek.

Sokrates, “insan içinde yeraldığı toplumdan soyutlanamaz, insanlar ve toplumlar da evrenden soyutlanamaz. Evren dünyanın düzen verilmiş bütünlüğüdür.” görüşünü dile getirerek bireyle toplumu bütünsellik içinde ele almıştır.[4]  

Toplum halinde yaşamasının doğal sonucu olarak, diğerleriyle iletişim, etkileşim gereksinimi nedeniyle geliştirdiği sosyal aktivitelerle İnsan, toplumun diğer bireyleriyle sürekli  iletişim ve ilişkidedir. İnsanın sosyal ilişkileri sorunsuz ve eşit şekilde sürebileceği gibi dengesizlik ve çatışmalara da neden olabilir. Toplumsal yaşamın devamı ve işleyişi için gerilim ve çatışmaların çıkmaması ve çıkması durumunda da çözüm için; İnsan davranış, eylem ve ilişkilerinin sınırlandırılmasına duyulan ihtiyaç sonuncunda; “Toplumsal (Sosyal) Düzen”   Toplumsal düzen için de "Toplumsal (Sosyal) Düzen Kuralları"  denilen düzenleyici kuralların varlığı zorunluluk halini almaktadır.

Toplumsal kurallar; bireylerin birbirleriyle ve toplumla, toplumun da bireylerle ilişkilerini düzenleyerek, çatışmaları önleyip, toplumu dengede tutar, toplumsal düzeni sağlar. Toplum tarafından genel kabul gören, insan davranışlarının ölçülüp değerlendirildiği bu kurallar (normlar) bazı hak ve yetkiler tanırken, bazı hak ve özgürlükleri kısıtlar, yükümlülükler yükler, yasaklar getirir. Toplumda düzenin sağlanması ve korunması için kişilere hak ve yükümlülükler yükleyen Toplumnsal Düzen Kuralları çeşitli disiplinler altında incelenebilmektedir. Başlıcaları: Din Kuralları, Ahlak Kuralları, Örf ve âdet kuralları, Görgü Kuralları ve Hukuk Kurallarıdır.

Örf, Âdet (Töre) ve Görgü Kuralları

Örf, Âdet (Töre) ve Görgü Kuralları; Bireylerarası sağlıklı ilişkiler kurulması, hoşgörü, anlayış, yakınlaşma, yardımlaşma ve dayanışmayı yükseltip toplumsal yaşamı kolaylaştırarak, toplumsal düzene katkı yapan, toplumda tekrarlanarak, genel kabul gören ve (manevi zorunluluktan dolayı) uyulması  gerektiği kabul edilen alışkanlıklar ile saygı, incelik ve değer taşıyan ortak toplumsal davranış kurallarıdır.

Örf, Âdet ve Görgü kuralları; (istisnalar dışında) diğer toplumsal kurallardan farklı olarak daha çok dış görünüş ve şekilsel kurallar olması ve uyulmaması halinde toplumsal barışı bozucu (büyük) etkiye sahip olmaması, güçlü bir yaptırımı olmaması ile topluma, bölgeye, zamana, hatta ailelere göre değişebilmesiyle farklılıklar göstermesi (ve bu nedenle) uyulmamasına (çoğunlukla) hoşgörü ile yaklaşılabilmesi nedenleriyle; Türk Medeni Kanunu ve Türk Ticaret Kanununda, bir hüküm bulunmaması hallerinde örf ve adetin dikkate alınacağı belirtilmiş ve bazı ülkelerde daha yoğun olarak kullanılıyor ise de Örf, Âdet ve Görgü kurallarının toplumsal yaşamdaki etkinliği zayıf kalmakta, ayrıca; Örf, Âdet ve Görgü kurallarında genel toplumsal mutabakat olmaması ile diğer kurallara kıyasla toplumsal etkinliğinin (görece) daha az olması ve kapasite nedeniyle yazı konumumuza dahil olmadı.

Adalet

Adalet; tüm toplumsal düzen kurallarının temel hedefi (veya hedeflerinden biri) dir. “Yasalarla sahip olunan hakların herkes tarafından kullanılmasının sağlanması, türe”, “Hak ve hukuka uygunluk, hakkı gözetme”, “Herkese kendine uygun düşeni, kendi hakkı olanı verme, doğruluk”[5] şekillerinde tanımlanabilen Adalet; bir şey yapmaya ve istemeye yetkili olma anlamındaki “hakk”a bağlıdır. Yapma veya isteme, aynı koşullarda herkes için geçerli ve güvence altına alındığında, anlamlı olabilir ve adaletten sözedilebilir.

İlk çağlardan beri, insanın ahlaki davranışlarını belirleyen moral değer ve erdemlerden biri olarak görülen ve filozofların ilgi alanına girmiş olsa da, adalet kavramının içeriği; düşünce, görüş, kültür, sosyal, ekonomik, din, ahlak anlayışlarına, çağa ve topluma göre farklılıklar gösterebilmektedir.

 “Hıristiyanlıkta hem Tanrının bir sıfatıdır hemde Tanrı-evren ve insan-evren ilişkisinin esası, Yahudilikte (Tanah’ta) "hayırseverlik" anlamına gelmekle birlikte İbranice’de "adalet ve doğruluk" anlamında olan Adalet Kavramı; ‘Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde genellikle “düzen, denge, denklik, eşitlik, gerçeğe uygun hüküm verme, doğru yolu izleme, takvâya yönelme, dürüstlük, tarafsızlık” gibi anlamlarda kullanılmıştır.”[6]  

DİN

Tarihsel önem ve insanlığı etkileme bakımlarından, Toplumsal düzen kurallarının en önemlisi hiç kuşkusuz Din’dir. Kısaca Din (religion): “Tanrı'ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum, diyanet”, “İnanılıp çok bağlanılan düşünce, inanç veya ülkü, kült”, “İnsanların anlayamadıkları, karşısında güçsüz kaldıkları doğa ve toplum olaylarını, tasarladıkları doğaüstü, gizemsel nitelikli güçlerle açıklamaya yönelmeleri olgusu”, “Bu nitelikteki tasarımların kurallar, kurumlar, törenler ve simgeler biçiminde örgütlenmesini sağlayan düzen” ‘in isimlendirmesidir.[7]  

Kur’anı Kerim ışığında: “Din, her konuda insanları, akıllarını, irade ve isteklerini kullanarak, hayır olan şeylere götüren, böylece dünya ve ahiret saâdetine ulaşmalarını sağlayan, peygamberler aracılığıyla Allah’ın gönderdiği ilahi esasların bütünüdür.”[8]  

Küreselleşen ve bütünleşen dünyada, aydınlanmacı, pozitivist felsefi düşüncelere dayalı modernist düşüncelerin yayılması ile dinin etkisi azalmış ise de, kısmen maddî refahın sağlanabilmesine karşın manevî değerlerin kaldırılmasıyla ortaya çıkan boşluğun tam doldurulamamış olmasından, yalnız maddi refahla yetinemeyip ruhsal ve psikolojik ihtiyaçlarını karşılayamayıp boşluğu içlerinde hisseden kesimler ile maddi refahtan yeterli payı alamayan kesimler başta olmak üzere insanlığın önemli bir kesimini etkilemeye devam ettirmiş, dinin tamamen İnsan hayatından çıkacağına dair öngörüleri anlamsızlaştırmış ve İnsanlık tarihi boyunca ve bütün toplumlarda varolan Din olgusu etkinlik düzeyinin değişim göstermesine karşın varlığını aralıksız olarak sürdürmeye devam etmektedir.

“Tanrı’ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve eylemde bulunmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum; üstün bir güç ve ilke inancı, bu inancın sonucu olan ve bir yaşam kuralı oluşturabilecek zihni ve ahlaki bir tutum; akıl sahiplerini kendi arzularıyla bizzat iyiliğe yönelten ilâhî bir nizamdır. Başka bir ifadeyle din; insanların dünya ve ahret mutluluğunu amaçlayan, iyi ve kötüyü birbirinden ayırt ederek, iyiye ulaşmanın yollarını gösterip, insanı yaşam yönünden olgunluğa eriştirerek, her bakımdan onu mutlu kılmayı hedefleyen kurallar toplamıdır.” [9]  

Dinlere dair incelemelerde, dinler değişik parametrelerle tasnif edilmekte ve tasnife tâbi tutulan parametreye göre sınıflandırmalar yapılabilmekte, incelenen kıstaslara göre de farklı tasnif şemaları ortaya çıkarılmaktadır. Batıda din tasnifleri genelde Tanrı kavramı ile ve sosyoloji-tarih ve coğrafi açılarından yapılmaktadır. Tanrı kavramı ile yapılan tasnif; Tek tanrılı-İki tanrılı (Düalist)-Çok tanrılı-Tanrı inancı net olmayan dinler. Diğer tasniflere de Kurucusu olan-Kurucusu olmayan (geleneksel) dinler, İlkel-Millî-Evrensel dinler, örnek gösterilebilir. ,

Kur'ân-ı Kerîm’de; İslâm dışındaki inançların bir kısmı din olarak isimlendirilmekte ise de[10] İslâm dini için kullanılan "hak din"[11] "Allah katındaki din"[12] "dosdoğru din"[13] tabirlerine dayanılarak, (Yahudilik ve Hıristiyanlığa nisbi hoşgörü var ise de) İslam alimleri genelde dinleri: İslam ve diğer (batıl) dinler olarak sınıflandırmaktadırlar.

Allah tarafından gönderilip, Hz. Muhammed tarafından İnsanlığa tebliğ edilen İslâm Dini: (Müslümanlara göre) bozulup değişmeden günümüze ulaşan son dindir. Başka din gelmeyecek, kıyamete kadar devam edecek, ahkamı tam ve eksiksiz olduğundan başka bir dine ihtiyaç ta yoktur, bütün insanlığa gönderildiğinden evrenseldir ve dünya varoldukça (bu özelliğini koruyarak) varolacak olan geçerli tek din’dir. Allah tarafından gönderilen önceki peygamber ve kitaplar kabul edilmekle birlikte insanlar tarafından bozulduğundan hükümleri kaldırılmıştır. Bu dinler ile İnsanlar tarafından sistematize edilen diğer beşeri dinlerin tamamı geçersiz ve batıldır. İslam Dininin birincil kaynağı " Kur'an-ı Kerim" 'dir. Ardından; Sünnet, İcma ve Kıyas gelir.

AHLÂK

Ahlak, “Arapça bir kavram olup “huy” anlamına gelen “hulk” kelimesinin çoğuludur. Ahlak, genel olarak toplum içinde oluşmuş örf ve adetlerin, değer yargılarının, normların ve kuralların oluşturduğu sisteme denir. Bu yapı, hem bireyin, hem toplumun doğru ve yanlış davranışlarını belirler ve yönlendirir. Ahlak kuralları, belirli bir kişi ya da gruba yöneliktir, genel geçerliliği yoktur. Başka bir ifadeyle gruptan gruba, toplumdan topluma değişebilmektedir.[14]

 “Bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları, Toplu olarak yaşayan bireylerin uymak zorunda bulundukları eylem ve davranış kuralları”[15] olarak ta tanımlanabilen ahlâkın değer yargıları, geliştirilmiş ya da keşfedilmiş değil kendiliğinden oluşmuştur.

Antik Çağ’dan günümüze ahlaki bakış açıları ve ahlak felsefeleri bağlamında çok farklı teoriler üretilmiştir. Sosyal bir bilim dalı olarak Ahlak; toplumun oluşturduğu, örf-adet, gelenek, görenek gibi değer, norm ve kurallar sistemini inceler. Ahlâk felsefesi (Moral Philosophy-Etik) ise, felsefi bakış açısıyla, insan yaşamının ahlâki boyutları ve ahlaksal insan davranışlarıyla ilgilenen disiplindir. Ahlak felsefesi olarak etik’in çokça tartışılan konulardan biri olan “evrensel ahlak yasası” nın var olup olmadığı hakkında da bir fikir birliğine varılamamıştır.

“Ahlâk çeşitleriyle ilgili olarak, helenistik ya da estetik ahlâk, dinî ahlâk, modern ya da bilimsel ahlâk olmak üzere bazı sıralamaların yapılmış olduğu görülmektedir. Tarih boyunca teist dinler tarafından ahlâkî kuralların dine dayandırıldığı bilinmektedir. Ancak ahlâkın temellendirilmesi problemi olarak bilinen konu dikkate alındığında, felsefe tarihi boyunca ahlâkî kuralların ‘din’ve ‘din dışı’ olarak iki başlık altında incelendiği; ‘dindışı’ olarak kabul edilen temellendirmelerin ise genellikle ‘akıl’ ‘sezgi’ veya ‘duyu’ kavramlarına dayandırıldığı kabul edilmiştir”.[16]

“Ahlaki yargıların tamamen doğuştan olduğunu iddia etmeye gerek yoktur, fakat iyi kötü, doğru-yanlış, adaletli-adaletsiz başta olmak üzere empati, aldatanı saptamak, kasıtlı-kasıtsız ayrımı yapmak gibi ahlakın temellerini oluşturan veya ahlaki değer ve eylemlerde önemli yeri olan unsurların -hepsi veya bir kısmı- doğuştandır. … İnsanların doğuştan sahip olduğu özellikler olduğunu, insan zihnini boş levha olarak gören yaklaşımın hatalı olduğunu, hem bebeklik dönemini hem yetişkin dönemi konu alan bilimsel çalışmalar sayesinde anlayabilmekteyiz.[17]

“İslam ahlak teorilerinin merkezinde bulunan İslam dini de insanı her iki dünyada mutlu kılmayı hedeflemiş ve bunu da büyük oranda ahlak ve erdem temeline oturtmuştur. İslam ahlak teorilerine göre de ferdin dinden bağımsız olarak tam anlamıyla ahlaklı olması mümkün değildir. Dolayısıyla, İslam’a göre de dinden bağımsız bir ahlak, eksik ahlak olacaktır”.[18]

DİN ve AHLÂK

“Tarih boyunca insanlar ve onların oluşturduğu toplumlar, kendilerine göre “iyi/doğru ve kötü” tespitinde bulunmuşlardır. Buna göre en temel konulardan biri, davranışların neye göre “iyi” ve neye göre “kötü” olduğu problemidir. Davranışların iyiliği ya da kötülüğü noktasında görüş beyan eden düşünürlerde bu konuda temelde iki yaklaşım tarzı görülmektedir. Biri, ahlâkî davranışların dayanağı olarak dini görmekte, diğeri de onun kaynağını “akıl”, “sezgi” ya da “duygu” gibi din dışı etkenlerle açıklamaktadır”.[19]

İnsanı her iki dünyada mutlu etmeyi amaçlayan din, ahirete yönelik mutluluğu ibadetle sağlarken, dünyada mutluğu sağlamada getirdiği (o dine mensup insanlardan oluşan) toplumdaki ahlak kuralları ile çoğunlukla birleşerek bir bütünlük oluşturmuştur. Dinden önce veya sonra, dinden bağımsız şekilde genel kabul ile oluşup gelişen laik (dindışı) ahlak kuralları ise insan eylem ve davranışlarını dinsel kurallara tabi olmadan sınırlar ve düzenler. Dine dayalı ahlak, insan eylem ve davranışlarını kutsal Kitap, Peygamber ve din otoritelerine göre, laik ahlak ise, din dikkate alınmaksızın oluşan (veya oluşturulan) değer yargıları ile sınırlandırır.

Birey ve toplumu yönlendirme bakımından her ikisinin de bazı ortak yönleri bulunurken, bazı yönlerden de aralarında ciddi farklılıklar olduğu görülmektedir.

Fransa’da 18. yüzyıldan sonra yoğunlaşan düşünceye göre, Tanrı (buyrukları) olmadan da, insanlar doğuştan gelen bir takım değer yargıları sayesinde, toplumda uyumlu bir yaşam tarzı oluşturabilir. Oluşturmaları da gerekmektedir. Bu da, (dindışı) laik ahlâk anlayışı ve normlarıyla sağlanabilir.

Dine dayalı ahlakı benimseyip savunanlar ise insanı; iyi ve doğruya götüren ve ahlaki olmalarını sağlayanın dinden kaynaklanan anlayış (iman) olduğunu savunarak, dinin insanı ahlaki olmaya zorlayan gücü manevi olarak sağladığı ve din olmadan ahlaki olunamayacağı anlayışındalar.

“Stoacılık’a göre evrensel mantık, evrendeki rasyonel düzenin ve rasyonel bir biçimde düzenlenmiş faaliyetin yaratıcısı olan kozmik akıl ilkesi olan Logos, insanlığın özünde mevcuttur. Bu anlayışa göre, bütün çarpıklıklara rağmen, tüm insanlar, pek çok alanda olduğu gibi, dini olgulardan soyutlanmış bir ahlaki birliktelik içinde olabilirler ve bu ahlaki birliktelik de ancak sekülerleşme temelinde gerçekleşebilir.”[20]

 “Sartre; (varoluşçuluk) Tanrı’nın olmaması durumunda insanların zor duruma düşeceği gerekçesiyle bu düşüncenin karşısında yer almaktadır. Dostoyevski’nin tabiriyle; “Tanrı olmasaydı her şey mubah olurdu”. Bu durumda insanlara niçin yalan söylememeleri gerektiğini izah eden yazılı bir üst değer de bulunmamaktadır. Durkheim, din ve ahlâk gibi iki ayrı inanç ve uygulama sistemini birbirinden ayırmanın kolay bir şey olmadığını da belirtmektedir. Zira, bu iki sistem, tarih içerisinde birbirleriyle çok sıkı ilişkiler kurarak gelişmiş ve insanlar üzerinde etkinliğini birlikte yürütmüşlerdir.”[21]

İslam’da; Din, ahlak ve hukuk kuralları manevi olarak ta güçlendirilmiş; (çoğunlukla) din, ahlak ve hukuk kuralları birbiriyle birleşmiştir. Ahlak veya hukuk kuralının ihlali aynı zamanda din kuralına (Allah emirlerine) de aykırılık mahiyetinde olduğundan toplumsal düzeni sağlamada din-ahlak-hukuk bütünlük oluşturduğundan ayırım yapma zorluğu ile karşılaşılmaktadır. “(Ey Muhammed!) Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayasızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah'ı anmak (olan namaz) elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı biliyor”[22] ayetinde olduğu gibi İslâm düşüncesinde birçok alan ve eylemde din (ibadet) ile ahlâk iç içedir.

HUKUK

Hukuk, Arapça ‘hakk’ sözcüğünün çoğulu (haklar) anlamını taşısa da çok çeşitli anlamlarda kullanılabilmektedir. Sosyal bilimlerin özelliği ve hukuk alanının sınırlarının genişliği nedeniyle çok değişik anlamlandırma ve tanımlar yapılabilmekte ise de tek bir tanımda uzlaşılamamasının sonucunda Kant’ın dediği gibi “Hukukçular hâlâ hukukun tanımını aramaktadırlar.

Yine de: insanın bireysel ve toplumsal davranışlarını değerlendirerek ve çatışmalarına çözüm getiren  düzenlemelerle, Adalete ulaşmayı hedefleyen, toplumsal barış ve refahı sağlayacağı öngörülen, kamu (devlet) gücüyle uygulanan, uyulmaması durumunda müeyyide uygulayan, uyulması zorunlu yazılı kurallardan oluşan “toplumsal sosyal düzen” olarak tanımlanabilir. Hukukun diğer toplumsal düzen kuralları karşısında en önemli ayırıcı özelliği devletin zorlayıcı gücü ile korunması ve yaptırımlarının da aynı güçle uygulanmasıdır.

Toplumun barış ve huzur içinde yaşatılmasını ve toplumsal düzenin devamını sağlayıcı bir misyonu yüklenen Hukuk; toplumsal yaşamda üç önemli fonksiyonu yerine getirmektedir: Toplumsal yaşamı düzenleyerek birey ve toplumun güvenlik, barış ve refah içinde yaşamalarını sağlayan düzen fonksiyonu, İnsan ilişkilerini düzenleyip, biyolojik, psikolojik, ekonomik, doğal ve sosyal ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik Sosyal İhtiyaçların Karşılanması (Pratik Yarar)  fonksiyonu ile objektif ve sübjektif eşitlik ve hakkaniyet ölçüsündeki düzeni ile Adalet fonksiyonu.

Hukukun tanımı gibi dayanağı hakkında da çok sayıda teori ortaya atılmıştır. En önemli ayırım hukuku (Din) Tanrı iradesine, (en güçlü olan kişi veya) Devlet iradesine, (toplumsal sözleşme ile) toplumun genel iradesine dayandığını ileri süren “hukuku bilinçli iradeye dayandıran teoriler,” doğal hukuk, sosyolojik hukuk ve tarihsel hukuk formları olan “hukuku bilinçsiz iradeye dayandıran teoriler” ile “pozitivist” teorilerdir. Hukukun üç temel unsuru ise norm, sosyal realite ve ahlâktır.

“Hukuk felsefesi de hukukun bilimsel yöntemlerle incelenmesi dışında hukukun eleştirisini yapar ve bu eleştiri toplumsal yaşamın daha iyi bir şekilde varlığını sürdürmesi üzerinedir”.[23]

Toplumu düzenleyen diğer (din, ahlâk, gelenek, görenek, görgü) kurallarından daha etkili olan hukuk kurallarının etkinliği genelde yaptırıma dayandırılıyor ise de yaptırımından daha kapsamlı olan “kurallara uyulmasının ve uyulmamasında yaptırımın devlet zoruyla sağlanmasıdır.” Bunun sonucunda kuralların oluşturulması uygulanması ve ihlali hallerinde yaptırım uygulanmasını sağlayan çeşitli biçimlerde ortaya çıkan örgütlenmelerle; güvenlik, barış, eşitlik ve özgürlüğü (adaleti) sağlamaya çalışan “hukuk düzeni”  ortaya çıkar.

Hukuk sistemleri denildiğinde Dünya’daki devlet sayısı kadar hukuk sistemi (veya düzeni) olduğu ileri sürülebilse de genel hatları itibariyle birkaç grupta toplanabilmektedir. Kara Avrupası Hukuku (Roma Hukuku), Common Law (Ortak Hukuk-İçtihat Hukuku), İslâm Hukuku ve Sosyalist Hukuk Sistemleri

İslam Hukuku; (diğer hukuk sistemlerinden farklı olarak) devlet otoritesi olmaksızın İslam hukuku; soyut kurallarla değil, fukahâ (İslam hukukçuları) tarafından meseleci içtihadlarla geliştirilmiş (jurist’s law), ihlâl hallerinde dünyevî ve uhrevî olmak üzere ikili karakterli yaptırıma sahip, temel kaynağı (Allah) Kitâb ve (Peygamber) Sünnet olan İlahî iradeye dayalı bir hukuk sistemidir.

Fıkıh (İslâm Hukuku) 9. yüzyıldan sonra sistemleşerek ortaya çıkmış, şer‘î-amelî hükümlerin oluşturduğu ilimdir. “İslam Hukuku” ile “Fıkıh” kavramları çoğunlukla aynı manada kullanılmaktadır; ancak “Fıkıh” hem dünya hem ahiret (ibadet) ile ilgili hükümleri kapsamaktadır. Tıpkı ahlakta olduğu gibi İslam’da Din ve Hukuk ta iç içedir. Fıkıhta sözüedilen‚ şer‘î hüküm, Allah’ın mükelleflerin eylem ve davranışlara yönelik emridir. Şer’i hükümleri insanlara tebliği ile görevli olması itibarıyla, Hz. Peygamber de kural koymakta ise de (sünnet) kuralları ikincildir.

Hukuk ve Din

Birçok dini inanç; İnsanların her iki (dünya ve ahiret) yaşamına yönelik kurallar getirmektedir. Dünyaya yönelik kuralları bakımından, Din ve Hukuk benzer işlevler görse de hukukun yalnız bu dünyaya yönelik olması ile uygulama ve yaptırım bakımından önemli ölçüde farklılıklar göstermektedirler. Ancak ilk İnsan topluluklarında din ve hukuk günümüzdeki gibi belirgin şekilde ayrı olmadığından ve din adamları, hukuk uygulayıcılığını da üstlendiklerinden karmaşa daha geniş boyutlu idi.

Din kurallarına uymamanın cezası (çoğunlukla) manevidir ve cezası ahirette verilmektedir. Kişi günahı nedeniyle (dünyada) vicdan azabı çekebilir. Allah’tan af diler, affedileceği veya affedildiği hissi ile vicdanını da rahatlatır. Fakat, bu dünyada güvenlik, huzur ve adaleti hedeflemiş olan hukuk kuralları çerçevesinde de kurala uymamanın müeyyidesine katlanmalıdır.

Din kurallarının daha etkin olduğu devletlerin görüldüğü tarihsel evrelerde üstünlük ve egemenliğin din tarafında olması, dinin devlete egemen olması sonucunu doğurmuş, din hukukun (temel) kaynağı olmuştur. Buna tepkisel olarak, daha çok Batı Avrupa’da ortaya çıkıp, Dünyaya yayılan dindışı laik akımlar, dini hukukun kaynağı olmaktan çıkarırken, zaman zaman dinden gelen doğruları da eleştirmişlerdir.

“İslam’da ve Yahudilikte ilâhi yasa kavramı, dinin bir parçası olup, sadece evrensel ahlak kurallarını ifade etmekle kalmaz, gündelik davranışların da temelini teşkil eder. İnsan fiillerini ve şeyleri, doğru-yanlış, güzel-çirkin, övülen-yerilen, ödüllendirilen-cezalandırılan,kınanan-serbest bırakılan şeklinde niteler. Değişmeyen yönleri ile beşer zafiyetinin üstünde olup, zaman ve tarihi aşan bir gerçekliğe tekabül ettiğini ileri sürer. Değişime açık yönleri ise istikrarla değişim arasında bağlantı kurarak evrenselliğini ve zamanüstü oluşunu sürekli gündemde tutar. İnsanlar ve toplumlar, ruhlarını, manevi yapılarını, işleyişlerini,dinin değişmeyen kurallarına göre sürekli revize ederken, dinin değişebilen kuralları, insana(içtihat) ve topluma (örf) verilen yetki ile insan ve toplumlara göre biçimlendirilir. Modern hukuk, aydınlanma felsefesinin getirdiği değer yargılarıyla şekillenmiş, idari yönetimden insan ilişkilerine, inanç olgusundan, günlük yaşantıya ait bir takım davranış kalıplarına kadar geniş bir insani alana sirayet eden yeni bakış açısı getirmiştir.”[24]

Hukuku, dinin hizmetinde ve egemenliğinin bir parçesı olarak değerlendirerek uygulayan dine dayalı teokratik devlet anlayışlarında değiştirilmesi mümkün olmayan Tanrı buyruğuna dayalı kuralların meydana getirdiği hukuk sistemlerinin uygulanması, farklı dinlere mensup kişilerin dışında aynı dine mensup kişiler arasında da büyük sorunların oluşmasına yol açmaktadır. Tarihte yaşanan Kerbela olayı ve günümüze değin süren Şii-Sünni çekişmesi ile (din adına ortaya çıkma iddiasındaki kimi) örgüt, grup ve cemaatlerin uygulamaları ile engizisyon başta olmak üzere, Avrupa’da yaşanan din-mezhep çatışmaları, taamamen dine dayalı bir hukuk sisteminin toplumu huzura kavuşturmaya yetmeyebileceğine örneklerdir.

Ancak, teorik olarak hukuk kuralları ile din kurallarının ayrılığı ileri sürülebilse de dini görmeyen bir hukuk veya hukuku dikkate almayan bir din anlayışına da rastlamak pek olası değil günümüzde. Hukukun dini egemenliğinde olmaması gerektiği görüşünün bir başka dayanağı düşünce ve vicdan özgürlüğü meselesidir.

Hukuk ve Ahlak

Toplumun genel kabulüne şayan olmuş, temel ahlaki değerlerin birçoğu zamanla hukuki norm haline gelmiş ise de İnsan davranışlarını düzenleyerek ve davranışlarına sınırlamalar getiren, Hukuk ile Ahlak arasında aynı hususlar olması aralarında ayırım yapmaya engel değildir zira ayrıldıkları hususlar da oldukça çok ve önemlidir.

“Hukuk insanların gerek birbirleri ve gerekse devletle olan ilişkilerinde uyulması gereken kuralları belirler ve bunları yaptırıma bağlar. Hukukta “yaptırım gücü” toplumda yanlışları ve kötülükleri cezalandırır. Bu bakımdan hukuk kuralları ile ahlaki değerler korunabilir. Ancak, sorun her zaman bir kanun ile çözümlenmeyebilir. Kanunun gücü bazen belirli kişi ve/veya gruplara karşı etkili olmayabilir veya işletilemeyebilir. Bu bakımdan ahlakın tesisi, kanun dışında vicdan ile de yakından ilişkilidir. Vicdan, ahlaki değer yargılarını bir yaptırım gücü olmaksızın korur ve gözetir.”[25]

Dış görünüme (davranışa) yönelik, yaptırımları olan, devlet tarafından oluşturulan hetoronom yapıda açık, belirgin sade ve yazılı kurallara sahip hukukun amacı adaleti sağlamak iken, içgörünümüne (düşünceye) yönelik, yaptırımı olmayan, toplum, din, çevre ve sivil organizasyonlar tarafından oluşturulan, otonom yapıda, açık ve yazılı olmayan kurallara sahip ahlakın hedefi iyi ve doğruya ulaşmaktır. Hukuk kuralları tüm toplumda eşit uygulanırken, ahlak kuralı, kişiden kişiye, aileden aileye ve toplumdan topluma değişebilmektedir. Buna karşın toplumda genel akbul görüp olgunlaşan kimi  ahlak kuralı yasalaşarak ve yaptırıma bağlanmasına karar verilerek hukuk kuralına dönüşebilmektedir.

Din Ahlak Hukuk

Toplum hayatını düzenleyen temel kurallar olan Din Ahlak ve Hukukun kısmen iç içe ve çok yoğun şekilde etkileşimde olduklarından bu (inanç, düzen ve sistem) kurallarının nerede başlayıp nerede bittiğini belirlemek veya bir kuralın kaynağı veya hangi alana girdiğini net olarak belirlemek imkansıza yakın derecede zordur. Bu nedenle, bu alanlarda birbirinden çok farklı teori ve sistemler ortaya çıkmış, uygulanmış ve uygulanmaya devam edilmektedir. Ancak anahatları ile insan davranışları ve davranışlarını sınırlandıran kuralları kategorize edip değerlendirmek mümkündür.

Toplumsal yaşamı düzenleyen din,  ahlak, hukuk, Örf âdet ve görgü kurallarının her biri kendine özgüdür, Din çoğunlukla Allah tarafından belirlenmiş inanç ve kurallardan oluşurken, örf ve âdet, ahlak, ve görgü kuralları toplumsal beklentiler ile oluşarak kurallarla şekillenir ve uygulamaya geçerken hukuk kuralları (etkin otorite olan) devlet (veya kişi) tarafından ihtiyaçlara göre ve istenen şekilde belirlenir ve (zorla) uygulanır.

İlk insan topluluklarında uygulanan sosyal düzen kuralları ağırlıklı olarak din karakterli iken günümüze doğru gelindikçe hukuk kurallarının ağırlığı artmış bunun tersi olarak din kurallarının etkinliği azalma eğilimine girmiştir. Bu nedenle Hukuk kuralları diğer kurallarla yakın bir ilişki içinde ve etkileşim halinde ise de  (günümüzde) diğer kurallar (ancak) hukuk kurallarının oluşturulmasına katkı sağlayabilmektedir.

  

Hukuk Düzeni ve Devleti

Hukuk Düzeni; “Hukukun öngördüğü düzen, bilindiği üzere, doğa düzeni gibi kendiliğinden gerçekleşen bir düzen değildir; o, biz insanların oluşturduğu ve oluşturacağı, gerçekleştirdiği ve gerçekleştireceği bir düzendir.”[26]

Toplumda düzeni sağlamayı amaçlayan Hukuk kural ve kurumlarının oluşturduğu “hukuk düzeni” insanların oluşturdukları davranışlarını değil, kendi kuralları doğrultusunda belirlediği biçimde davranmalarını buyurur ve yaptırır.

Bir insan toplumunun gelişme düzeyi, ekonomik ve sosyal yapısı, siyasal rejimi ve ekonomik sistemi ne olursa olsun, her toplumun belirli hukuk kurallarına ve bu hukuk kurallarının bütününü oluşturan bir hukuk düzenine sahip olduğu bir gerçektir. Latince özdeyişte de söylendiği gibi, toplum olan yerde hukuk da vardır

“Günümüz devletlerinde hemen her gün hukuk kuralları, kanunlar ve yönetmelikler degişmektedir. Yeni ihtiyaçların gerektirdiği hukuk kuralları ve kurumlar hızlı bir şekilde oluşturulmaktadır. Çünkü devlet yönetimi, geleneğin kalıplaşmış, donmuş kollektif tasarruflarına göre değil akla, bilgiye ve toplumun gerçek ihtiyaçlarına göre kararlar alma zorunluluğu ile karşı karşıyadır. Günümüz toplumlarında hukuk, yalnız düzeni sağlayan bir öğe olarak değil aynı zamanda önceden belirlenmiş sosyal amaçları gerçekleştirmek ve topluma yön vermek için kullanılan bir araç ve itici güç olarak ele alınmalıdır.”[27]

“Devletin halkı karşısında sahip olduğu ‘yüce’ ve ‘üst’ pozisyon, devleti toplumsal adaletin sağlanmasında yetkili kılmıştır. Diğer bir tabirle, toplumdaki adaleti evrensel hukuk değerlerini esas alarak sağlamak modern devletin görevlerindendir. Bunun yanında hakkın ve hukukun savunuculuğunu üstlenmesi devletin meşruiyetini pekiştiren bir unsur olarak işlev görmektedir Devletin adalet ilkesi ekseninde hukuku sahiplenen ve aynı zamanda hukuktan aldığı meşruiyete dayanan konumu, hukuku iktidar üzerinde konumlandıran bir yapı sergileyebileceği gibi, iktidar aracı olarak kullanmaya da müsait bir zemin teşkil eder.”[28]

Çok farklı ve değişik versiyonları olsa da ağırlıklı olarak geçmişte görülen Din Devleti, Mülk Devleti, Polis Devleti olarak tanımlanabilen devlet anlayışları önemini yitirmiştir. Hukukun diğer sosyal düzen kurallarının önüne geçmesi ve toplumsal ilişkilerin, hukuk temelli olarak ele alınması bir aşamadan sonra devletin üstüne çıkarak devletin de hukuka uyması gerektiği anlayışının sonucunda yeni bir devlet tipi de oluşturmuştur: Hukuk Devleti. Hukuk devletinin bu devlet anlayışları karşısındaki en belirgin özelliği (Devlet ve İdarenin Hukuka Bağlılığı) öncelikle kendisinin hukuka saygılı olması ve uymasıdır.

Platon ve Aristoteles’ten günümüze değin Devletin hukuka bağlılığı düşünülmüş ise de Locke ve Montesquieu’nün ortaya attığı ve günümüzde (hemen hemen) tüm dünyada kabul görerek uygulanan kuvvetler ayrılığı ilkesiyle hukuk devleti kavramının önemi artmıştır. Doğal hukuk anlayışları sonucu 1787 ABD Anayasası’na yansıyan “doğal haklar” anlayışı ile 1789 Fransız devrimi sonrasındaki gelişmelerin rüzgarı ile öne çıkan “insan hakları” anlayışı, hukuk devleti kavramına yeni boyutlar eklediği gibi vazgeçilmez hale de getirmiştir.

İnsanlığın tarih bounca edindiği deneyimlerinin bilgi aktarımı ile oluşturduğu İnsani gelişim ve kültürün en ileri düzeyinin yaşandığı günümüzde artık devletsiz toplum düşünülemeyeceği gibi hukusuz devlet te düşülememektedir.

DİPNOTLAR:

[1] Muhittin BAĞÇECİ; İnsanın Mahiyeti ve Ruhu, bilimname VIII, 2005/2, s.33

[2]http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.59fff19b721697.39782259 11.10.2017

[3] Kur’an-ı Kerim, İsra 17/70.

[4] Etik, Ahlak ve Meslek İlkeleri, TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası yayını, Ankara, s.30

[5]http://www.tdk.gov.tr/index.php? ption=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.5a001a40829585.5615495712.10.2017

[6] Mustafa ÇAĞRICI; İslâm Ahlâk Düşüncesinde Adalet, Din ve Hayat dergisi Sayı:18, 2013, s.17,21,23 (özetle)

[7]http://www.tdk.org.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.59eae0d0264061.77044229 14.10.2017

[8] M. Doğan KARACOŞKUN; Dinî İnanç-Dinî Davranış İlişkisine Sosyo-Psikolojik Yaklaşımlar, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi IV, Sayı: 2, 2004, s.24

[9] İbrahim Hakkı AYDIN; Seküler Ahlak Bağlamında Din-Ahlâk İlişkisi, Atatük Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 35, Erzurum 2011, s.7

[10]  Kur’an-ı Kerim, Tevbe 9/33; Fetih 48/28; Saf 61/9; Kâfirûn 109/6.

[11]  Kur’an-ı Kerim, Tevbe 9/33; Fetih 48/28; Saf 61/9.

[12]  Kur’an-ı Kerim, Âl-i İmrân 3/19.

[13]  Kur’an-ı Kerim, Rûm 30/30.

[14]  Ünal Akyüz; Siyaset ve Ahlak, Yasama Dergisi, Sayı:1 Ocak-Şubat-Mart-Nisan 2009, s.96

[15]http://www.tdk.org.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.59eadff7e216a7.88604268  20.10.2017

[16] Emre DORMAN; Din Neden Gereklidir. İstanbul Yayınevi, s.47

[17] Caner TASLAMAN; Ahlak, Felsefe ve Allah, İstanbul Yayınevi, İstanbul 2014, s.22

[18] İbrahim Hakkı AYDIN; Seküler Ahlak Bağlamında Din-Ahlâk İlişkisi, Atatük Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 35, Erzurum 2011, s.20

[19] Selim EREN; Toplumsal Norm, Ahlâk ve Din, C.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, XI/2, 2007, s.298

[20] İbrahim Hakkı AYDIN; Seküler Ahlak Bağlamında Din-Ahlâk İlişkisi, Atatük Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 35, Erzurum 2011, s.13

[21] Selim EREN; Toplumsal Norm, Ahlâk ve Din, C.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, XI/2, 2007, s.299

[22] Kur’an-ı Kerim, Ankebut 29/45.

[23] Yıldız ŞAHİN; Boğazlanan Umudumuz; Adalet ve Hukuk s.2

[24] Cengiz OTACI; Hukukta Değişim VE Süreklilik; Töre Saikiyle Öldürme Bağlamında Değerlendirme, HFSA (Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi) 26.Kitap, İstanbul Barosu 2014, s. 330-331

[25] Coşkun Can Aktan “Ahlak ve Ahlak Felsefesine Giriş” Hukuk ve İktisat Araştırmaları Dergisi Cilt:1, Sayı:1, 2009 s. 52-53

[26] Vecdi ARAL; Hukuk Nedir? HFSA (Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi) 26.Kitap, İstanbul Barosu 2014, s. 29

[27] İzzet SARGIN; Değişim ve Hukuk, KSÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl:1 Sayı:2 Temmuz-Aralık 2003, s. 113

[28] Ayşegül SİLİ; Adalet, Hukuk Ve Şıddet Arasında Yasalar, HFSA (Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi) 26.Kitap, İstanbul Barosu 2014, s. 377

BİLGİ: Web sitemizdeki tüm makale ve içeriklerin telif hakkı Av. Nuri MEHMETOĞLU’na aittir. Emeğe saygı bakımından kaynak gösterilerek içeriklerin kısmen veya tamamen kullanması serbesttir.

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.